Bu çağrı, uzun zamandır cinsel istismar ve ruh sağlığı uzmanlığı alanında bu sorunun ele alınması üzerine kafa patlatan bir kişi tarafından 27 Temmuz 2014 tarihinde Radikal’de yayımlanan Dr. Alper Hasanoğlu’nun “Borderline kadın…” adlı yazısının bardağı taşıran son damla olduğu düşünülerek kaleme alınmıştır.
Bu yazı, ruh sağlığı alanının cinsel istismara uğrayan kişiler söz konusu olduğunda Türkiye’nin ne kadar tehlikeli sularda yüzdüğünü ortaya koyuyor. Dr. Hasanoğlu, yazısında borderline rahatsızlığı otoritesine dayanarak ve argümanına hiçbir kaynak göstermeden “kadınlarda daha yaygın olmasına” bağladıktan sonra “sağlıklı” erkekleri borderline bozukluğa sahip kadınları “keşfetmeye” ama kendileriyle “ciddi düşünmemeye” davet ediyor. Bu noktada, pişkince “Kimse kimseyi istismar etsin denmedi ki, bunun cinsel istismarla ne alakası var” diye sorulabilir? Bu soru, sorunu çarpıtmaktan başka işe yaramayacaktır, çünkü sorun cinsel istismara uğrama potansiyeli kadar cinsel istismara uğramış olmakla alakalıdır, kaldı ki danışanını arzu nesnesi olarak tasarlayıp kamuya açmak da kendi içinde bir cinsel istismardır. Cinsel istismarın, duygudurumu bozukluklarının çoğunda harekete geçirici bir rolü olduğu yadsınamaz. Bu yazı, çoğunluğunun cinsel istismarla bağlantılı travmalarını kendi içinde çözme gücünü kendinde bulamadığı için bir noktada kendini hayata daha sağlıklı biçimde adapte etmek üzere bir ruh sağlığı uzmanına başvuran kadının uzmanın gözünden nasıl göründüğünü ve yazarın yazısına gelen tepkilere gevrek gevrek “şakaydı canım” gibi bir cevap verebildiği düşünülürse, bu bakış açısına sahip bir uzmanı ruh sağlığı alanında denetleyecek bir üst yapının olmadığını, bu eril, heteroseksist, cinsiyetçi bakış açısının uzmanlar arasında serbestçe yüzdüğünü de ne yazık ki gösteriyor.
Ruh sağlığı uzmanlığını egemenliği altına almış eril, cinsiyetçi, heteroseksist bakış açısının psikolojik ve/veya psikiyatrik tedavi gören cinsel istismara maruz kalan kişilerin hayata sağlıklı biçimde adapte olmasını nasıl zorlaştırdığı küçük bir vakayla rahatça analiz edilebilir. Sanırım 16 yıl oluyor, kişiler üç aşağı beş yukarı 18 yaşında, herkes hayatının en belirleyici döneminde. “Arkadaşlarla” tatile gidilmiş. Bir sebepten bir erkek “arkadaş” gecenin birinde gruptaki “en yakın arkadaşının” bedenin hemen üzerinde şınav çeke çeke inlemeye başlıyor, hayatta kalan korkudan yüzü dönükken hemen sırtını dönüyor, ne yapacağını bilememiş. Bu ayrıntı bir açıdan önemli değil ama olay diğer çoğu “arkadaşının” da yatıp kalktığı bir ortamda gerçekleşiyor (orada bulunmasalar da olay bu kadar zedeleyici olacak çünkü rencide edilen kişi karşısındakini “en yakın arkadaşı” olarak tanımlamış, rencide edilen kırılgan güven). Bu yüzden, binip inleme işleminin içinde sperm ve erekte olup bir yere duhul etmiş penisin yer almaması hemen akabinde geçirilecek olan travmayı azaltmıyor. Olayın esnasında ve hemen ertesinde “arkadaşlar” bu konuyla ilgili hayatta kalana hiçbir onarıcı, faile hiçbir cezalandırıcı müdahalede (en ufak bir eleştiri bile) bulunmadığı gibi, hayatta kalana çok aşağılık şakalar da yapabiliyor “M.S. seni (..)ikti, hahaha!” gibi. Tacize uğrayan kişinin “en yakın arkadaş” diye bir kavrama inanmasının da getirdiği bir duygusal karmaşanın da eklemlenmesiyle zihni yavaş yavaş çözülmeye başlıyor, kısacası travma geçiriyor. “Arkadaşlar” tarafından çuval gibi bir tarafa atılarak günlerce kendi kendine bırakılıyor, travmasını kendi içinde daha da şiddetle yaşamaya itiliyor. Dönüşte ailesi panik içerisinde psikiyatra koşuyor, ama “arkadaşlar” sorgulanmıyor, hatta utanmadan hayatta kalanın travma geçirdiği zaman diliminde onun “doğum günü partisine” geliyorlar.
İlk gidilen psikiyatr hayatta kalanın tipine bakıp beş dakika içerisinde “manik depresif” diyor, aile bu teşhisi kabul ediyor ve hayatta kalanın geçirdiği travmayı hiçbir biçimde onarmayan çok ağır ilaçlara maruz kaldığı dönemde ne zaman psikiyatra derdini anlatmaya çalışsa “Boşveer! Umursama!” sözleriyle susturuluyor, sorun “genetik”, hayatta kalanın aslında başına hiçbir şey gelmedi, mantık bu. Hayatta kalan bu süreç içerisinde deneyimini bastırmayı öğreniyor, bilinçsizce bastırıyor. Tüm psikiyatrlar travmanın ardından gelen bir atak üzerinden “bu genetik bir hastalık, ömrü boyunca bu hastalığı çekecek” genellemesini yaptığı için, aile bu genellemeye kendisinin üstünde bir bilimsel gerçek olarak inandığı için, sonunda o da bunlara inanıyor, inanmak durumunda kalıyor. Bir sorun mu var? O zaman sorumlusu hayatta kalan. Bu tutum psikiyatrik tedaviyi kısaca özetler. Peki ya psikolojik tedavi nasıl bir yardımda bulunabilir? Bahsedilen eril, cinsiyetçi, heteroseksist bakış açısının çerçevesine sıkışmış gereksiz ve yıpratıcı terapi seansları içerisinde hayatta kalan bu değil de, daha güncel ve “hafif” başka taciz vakalarını aktarmaya çalıştığında bile “Sen yanlış anlamış olmayasın.” gibi iddialarla yine susturuluyor. Ve bu tedavi tarzı üç aşağı beş yukarı on yıllarca bu minvalde devam ediyor.
Bu aktarılan bir deneyim, bir hayatta kalanın ağzından diğer hayatta kalanlara ulaşmada bağ kurulabilmesi için ayrıntısıyla aktarıldı. Bu çağrının amacı, benzer ya da farklı, ama aynı yapısallıklar içerisinde ezilmiş hikâyelere ulaşmak ve onları duyulur hale getirmek. Bu yüzden, görünürlük kazanan bir gedikten yola çıkarak, zaman içerisinde genellemelere ulaşmak suretiyle ruh sağlığı alanında bir talep havuzu oluşturmak ve farkındalık yaratmak, çünkü açıkça görülüyor ki burada hayatta kalanın deneyimledikleri sadece bir “kötü kalpli” erkeğe ya da yanlış arkadaş seçimine indirgenemez. Dr. Alper Hasanoğlu’nun akıl sağlığı sınırları içerisine dahil edilemeyecek yazısının, bu yazının da ruh sağlığı uzmanlığı alanında gerekli tepkiyi doğurmamasının gösterdiği üzere, bir hayatta kalan tanıklığında tüm hayatta kalanların hayatta kalmasını zorlaştıran çok ciddi bir kurumsal sorun var. Bu yüzden, özellikle bu suskunluğa itilişlerin altı çizilerek cinsel istismar sebebiyle travma geçirmiş ya da bir biçimde önceden, mesela çocukluğunda, cinsel istismara uğrayıp artçıl şoklarını yaşamış kişilerin ruh sağlığı kurumlarınca nasıl karşılandıkları, hayatta kalanların kendini ifade etmeye cesaret edip etmediği, etmeye çalıştıysa neler deneyimledikleri konusunda bir araştırma yapma zamanı gelmiştir. Böyle bir araştırmada yöntem, mümkün olduğunca çok ve bir coğrafi konuma saplanmadan, bahsedilen sorunu yaşamış kişilere ulaşıp onlarla mülakat yapmak, belli bir havuz oluşturduktan sonra anket verileri ve istatistik oluşturmak yoluyla sorunun bir topografyasını çıkarmak şeklinde ilerleyecektir.
Cinsel istismar sorunun sadece bir öz olarak kadın sorunu olduğu düşünülmediği için, çağrı sadece cinsel istismardan hayatta kalan kadınlara değil, her cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinden hayatta kalana açıktır. Mülakatlar (hayatta kalanların ve ruh sağlığı uzmanlarının anonim kalması güvencesinin verilmesiyle) Hayattayım bloğunda yayınlanacaktır çünkü deneyimler önemli. Mümkün olduğunca hayatta kalana ulaşabilmek ümidiyle!
İletişim için: hayattayim.blog@gmail.com
Bu yazı, ruh sağlığı alanının cinsel istismara uğrayan kişiler söz konusu olduğunda Türkiye’nin ne kadar tehlikeli sularda yüzdüğünü ortaya koyuyor. Dr. Hasanoğlu, yazısında borderline rahatsızlığı otoritesine dayanarak ve argümanına hiçbir kaynak göstermeden “kadınlarda daha yaygın olmasına” bağladıktan sonra “sağlıklı” erkekleri borderline bozukluğa sahip kadınları “keşfetmeye” ama kendileriyle “ciddi düşünmemeye” davet ediyor. Bu noktada, pişkince “Kimse kimseyi istismar etsin denmedi ki, bunun cinsel istismarla ne alakası var” diye sorulabilir? Bu soru, sorunu çarpıtmaktan başka işe yaramayacaktır, çünkü sorun cinsel istismara uğrama potansiyeli kadar cinsel istismara uğramış olmakla alakalıdır, kaldı ki danışanını arzu nesnesi olarak tasarlayıp kamuya açmak da kendi içinde bir cinsel istismardır. Cinsel istismarın, duygudurumu bozukluklarının çoğunda harekete geçirici bir rolü olduğu yadsınamaz. Bu yazı, çoğunluğunun cinsel istismarla bağlantılı travmalarını kendi içinde çözme gücünü kendinde bulamadığı için bir noktada kendini hayata daha sağlıklı biçimde adapte etmek üzere bir ruh sağlığı uzmanına başvuran kadının uzmanın gözünden nasıl göründüğünü ve yazarın yazısına gelen tepkilere gevrek gevrek “şakaydı canım” gibi bir cevap verebildiği düşünülürse, bu bakış açısına sahip bir uzmanı ruh sağlığı alanında denetleyecek bir üst yapının olmadığını, bu eril, heteroseksist, cinsiyetçi bakış açısının uzmanlar arasında serbestçe yüzdüğünü de ne yazık ki gösteriyor.
Ruh sağlığı uzmanlığını egemenliği altına almış eril, cinsiyetçi, heteroseksist bakış açısının psikolojik ve/veya psikiyatrik tedavi gören cinsel istismara maruz kalan kişilerin hayata sağlıklı biçimde adapte olmasını nasıl zorlaştırdığı küçük bir vakayla rahatça analiz edilebilir. Sanırım 16 yıl oluyor, kişiler üç aşağı beş yukarı 18 yaşında, herkes hayatının en belirleyici döneminde. “Arkadaşlarla” tatile gidilmiş. Bir sebepten bir erkek “arkadaş” gecenin birinde gruptaki “en yakın arkadaşının” bedenin hemen üzerinde şınav çeke çeke inlemeye başlıyor, hayatta kalan korkudan yüzü dönükken hemen sırtını dönüyor, ne yapacağını bilememiş. Bu ayrıntı bir açıdan önemli değil ama olay diğer çoğu “arkadaşının” da yatıp kalktığı bir ortamda gerçekleşiyor (orada bulunmasalar da olay bu kadar zedeleyici olacak çünkü rencide edilen kişi karşısındakini “en yakın arkadaşı” olarak tanımlamış, rencide edilen kırılgan güven). Bu yüzden, binip inleme işleminin içinde sperm ve erekte olup bir yere duhul etmiş penisin yer almaması hemen akabinde geçirilecek olan travmayı azaltmıyor. Olayın esnasında ve hemen ertesinde “arkadaşlar” bu konuyla ilgili hayatta kalana hiçbir onarıcı, faile hiçbir cezalandırıcı müdahalede (en ufak bir eleştiri bile) bulunmadığı gibi, hayatta kalana çok aşağılık şakalar da yapabiliyor “M.S. seni (..)ikti, hahaha!” gibi. Tacize uğrayan kişinin “en yakın arkadaş” diye bir kavrama inanmasının da getirdiği bir duygusal karmaşanın da eklemlenmesiyle zihni yavaş yavaş çözülmeye başlıyor, kısacası travma geçiriyor. “Arkadaşlar” tarafından çuval gibi bir tarafa atılarak günlerce kendi kendine bırakılıyor, travmasını kendi içinde daha da şiddetle yaşamaya itiliyor. Dönüşte ailesi panik içerisinde psikiyatra koşuyor, ama “arkadaşlar” sorgulanmıyor, hatta utanmadan hayatta kalanın travma geçirdiği zaman diliminde onun “doğum günü partisine” geliyorlar.
İlk gidilen psikiyatr hayatta kalanın tipine bakıp beş dakika içerisinde “manik depresif” diyor, aile bu teşhisi kabul ediyor ve hayatta kalanın geçirdiği travmayı hiçbir biçimde onarmayan çok ağır ilaçlara maruz kaldığı dönemde ne zaman psikiyatra derdini anlatmaya çalışsa “Boşveer! Umursama!” sözleriyle susturuluyor, sorun “genetik”, hayatta kalanın aslında başına hiçbir şey gelmedi, mantık bu. Hayatta kalan bu süreç içerisinde deneyimini bastırmayı öğreniyor, bilinçsizce bastırıyor. Tüm psikiyatrlar travmanın ardından gelen bir atak üzerinden “bu genetik bir hastalık, ömrü boyunca bu hastalığı çekecek” genellemesini yaptığı için, aile bu genellemeye kendisinin üstünde bir bilimsel gerçek olarak inandığı için, sonunda o da bunlara inanıyor, inanmak durumunda kalıyor. Bir sorun mu var? O zaman sorumlusu hayatta kalan. Bu tutum psikiyatrik tedaviyi kısaca özetler. Peki ya psikolojik tedavi nasıl bir yardımda bulunabilir? Bahsedilen eril, cinsiyetçi, heteroseksist bakış açısının çerçevesine sıkışmış gereksiz ve yıpratıcı terapi seansları içerisinde hayatta kalan bu değil de, daha güncel ve “hafif” başka taciz vakalarını aktarmaya çalıştığında bile “Sen yanlış anlamış olmayasın.” gibi iddialarla yine susturuluyor. Ve bu tedavi tarzı üç aşağı beş yukarı on yıllarca bu minvalde devam ediyor.
Bu aktarılan bir deneyim, bir hayatta kalanın ağzından diğer hayatta kalanlara ulaşmada bağ kurulabilmesi için ayrıntısıyla aktarıldı. Bu çağrının amacı, benzer ya da farklı, ama aynı yapısallıklar içerisinde ezilmiş hikâyelere ulaşmak ve onları duyulur hale getirmek. Bu yüzden, görünürlük kazanan bir gedikten yola çıkarak, zaman içerisinde genellemelere ulaşmak suretiyle ruh sağlığı alanında bir talep havuzu oluşturmak ve farkındalık yaratmak, çünkü açıkça görülüyor ki burada hayatta kalanın deneyimledikleri sadece bir “kötü kalpli” erkeğe ya da yanlış arkadaş seçimine indirgenemez. Dr. Alper Hasanoğlu’nun akıl sağlığı sınırları içerisine dahil edilemeyecek yazısının, bu yazının da ruh sağlığı uzmanlığı alanında gerekli tepkiyi doğurmamasının gösterdiği üzere, bir hayatta kalan tanıklığında tüm hayatta kalanların hayatta kalmasını zorlaştıran çok ciddi bir kurumsal sorun var. Bu yüzden, özellikle bu suskunluğa itilişlerin altı çizilerek cinsel istismar sebebiyle travma geçirmiş ya da bir biçimde önceden, mesela çocukluğunda, cinsel istismara uğrayıp artçıl şoklarını yaşamış kişilerin ruh sağlığı kurumlarınca nasıl karşılandıkları, hayatta kalanların kendini ifade etmeye cesaret edip etmediği, etmeye çalıştıysa neler deneyimledikleri konusunda bir araştırma yapma zamanı gelmiştir. Böyle bir araştırmada yöntem, mümkün olduğunca çok ve bir coğrafi konuma saplanmadan, bahsedilen sorunu yaşamış kişilere ulaşıp onlarla mülakat yapmak, belli bir havuz oluşturduktan sonra anket verileri ve istatistik oluşturmak yoluyla sorunun bir topografyasını çıkarmak şeklinde ilerleyecektir.
Cinsel istismar sorunun sadece bir öz olarak kadın sorunu olduğu düşünülmediği için, çağrı sadece cinsel istismardan hayatta kalan kadınlara değil, her cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinden hayatta kalana açıktır. Mülakatlar (hayatta kalanların ve ruh sağlığı uzmanlarının anonim kalması güvencesinin verilmesiyle) Hayattayım bloğunda yayınlanacaktır çünkü deneyimler önemli. Mümkün olduğunca hayatta kalana ulaşabilmek ümidiyle!
İletişim için: hayattayim.blog@gmail.com
Tebrik ediyorum, yazıları ve fikri çok beğendim. Katkıda bulunmaya çalışacağım.
YanıtlaSilSevgi, saygılar,